İKTİSADİ KRİZDEN GENEL KRİZE İSYANLARDAN DEVRİMLERE!

Asya’dan Dünyaya, Yükselen Çin Gerçeği

Krizden ABD ve Avrupa kadar etkilenmeyeceği ileri sürülen Çin ve Rusya emperyalistlerinin de bu girdaptan kurtulması mümkün olamadı. Ülkedeki ekonomik tabloda son yılların trendini bozan gelişmeler oldu. Gelir dağılımındaki uçurum derinleşti. Rusya Federal İstatistik Servisi’nin verilerine göre 2012’nin üçüncü çeyreği itibarıyla açlık sınırı altında yaşayan vatandaşların oranı yüzde 11.6 (16.4 milyon kişi)’ya yükseldi. Çok uzun bir süredir sürekli çift haneli rakamlarda büyüme gerçekleştiren Çin’in büyüme oranı yüzde 7’lere geriledi. Kendisine en önemli hareket üstünlüğü sağlayan cari hesap fazlası da yüzde 10 düzeyinden yüzde 2.5’a geriledi.

Buna karşın her iki devletin krizden daha çok etkilenen batı metropollerine yönelik atağı sürmektedir. Uluslararası Araştırmalar ve Strateji Merkezi’nin raporuna göre (Ekim 2012), AB toplamında Çin ile yapılan dış ticaretin toplamdaki payı yüzde 10’u, Rusya’nınki ise yüzde 8’i buldu. Buna karşılık ABD’nin mevcut payı ise yüzde 12 düzeyinde seyretmektedir. Çin ve Rusya’nın önderliğindeki ŞİÖ etkinliğini artırarak sürdürüyor. Yukarıda da değindiğimiz gibi, buna ekonomik güç birliği ittifakı olarak Brezilya, Hindistan ve Güney Afrika’nın da dahil edildiği BRICS eklendi. Bu ülkeler dünya nüfusunun yaklaşık yarısını oluşturuyor ve ekonominin yüzde 30’una hükmediyorlar.

Krizde tümü belli oranda gerileme ve duraklama göstermiş olsa da 80’li ve 90’li yıllara kıyasla özellikle kriz öncesi dönemde ciddi bir artış sağlamışlardı. Büyüme hızında; eksi 4’lerdeki Rusya artı 5.5’a tırmanmış, Brezilya 1.7’den 3.3’e, Hindistan ise 5.6’dan 7’ye çıkmıştır. Çin ise tek hanelerden çift haneli rakamlara ulaşmıştır. Durum kişi başına milli gelir açısından da benzer bir seyir izlemektedir. Bazı farklılıklara karşın, tasarruf ve yatırım oranlarında da dünya çapında gelişme gösteren ülkelerin oluşturduğu BRICS; Kuzey Amerika dışındaki bütün kıtaları kapsayan bir özelik taşımaktadır ve kısa sürede yalnız ekonomik değil politik alanda da boy göstermeye başlamıştır.

Bu durum karşısında ABD’nin Asya ve Pasifik bölgelerine, sonra da Afrika’ya yönelimi dikkat çekici bir boyut aldı. Belli bir süredir ABD ve Avrupalı stratejistler Çin’in yakında ABD’yi yakalayıp geçeceğine dair senaryolar yazıyorlar. Son olarak ABD’de Ulusal İstihbarat Direktörlüğü’nün hazırladığı rapora göre Çin’den, 17 yıl sonra dünyanın ABD’yle beraber önde gelen gücü olarak söz edilmektedir (11.12.12). Nitekim, toplam ticaret hacminde ABD’nin 2. Dünya savaşından bu yana süren egemenliğine, 2012’de 3.87 trilyon dolar ile Çin son vermiş oldu. ABD ise 3.82 trilyon dolarda kaldı. Geçen sene ABD 2.28 trilyon dolar hacme sahipken Çin’in toplam hacmi 1.82 trilyon dolardı. Ancak bundan da önemlisi, Çin 231.1 milyar dolarlık ticaret fazlası verirken ABD’nin 727.9 milyar dolarlık açığı bulunmaktadır.

Çin’le ilgili bu görüşlerin, istatistiklerle de kanıtlandığı üzere elbette ki belli bir gerçekliği bulunuyor. Ne var ki ABD’nin “tehdit ve düşman” algısı üzerinden beslenen politikalarına meşruiyet kazandırma amaçlı manipülasyon taktiklerini de unutmamak gerek. Çin sosyal-emperyalizmi ekonomik olarak yükselişine ve hatta askeri olarak gelişme çabalarına karşın henüz ABD emperyalizmi ile boy ölçüşecek bir alt yapı ve uluslararası konjonktürde etkinlik kuracak bir konum elde edememiş durumdadır. Bu konudaki öngörülere kuşkuyla yaklaşılması gerektiğini savunan Chomsky şunları söylüyor:

“Çin, ABD ile karşılaştırılamayacak kadar fakirdir. Büyük bir imalat üssü olarak büyümüştür, ancak büyük ölçüde montaj sanayine dayanmaktadır. Çeperlerinde bulunan daha sofistike, daha gelişmiş ülkeler ve Apple gibi batılı çokuluslu şirketler için bir imalat üssüdür temelde. Bu zamanla değişebilir, ancak çok uzun vadede, Çin ekolojik sorunlar, demografik sorunlar vb. gibi gerçek sorunlarla yüz yüzedir. Önemli bir gelişme göstermiştir, ancak çok abartılı bir gürültü patırtı var ve bence biraz kuşkuyla yaklaşmak lazım.” (Gündem, 09.05.12)

Onun gibi düşünenler somut veriler üzerinden konuşmaktadır:

“Daha 2007’de Çin Başbakanı Wen Jiabao, Çin’in uyguladığı modelin ‘istikrarsız, dengesiz, koordinasyondan uzak ve neticede sürdürülemez’ olduğunu söylemişti. Beş yıl sonra bu durum her zamankinden çok daha fazla geçerlidir. En zorlu, istikrarsızlığın kökünde yatan sorun hanehalkı tüketimine milli gelirden ayrılan payın düşük olması ve azalmasıdır. Hanehalkı tüketiminin milli gelir içindeki payı on yıl içinde 11 puan düşerek 2001’deki yüzde 45.3 seviyesinden 2010’da yüzde 33.8’e gerilemiştir.” (John Bellamy Foster ve Robert W. McChesney, “Küresel Ekonomik Durgunluk ve Çin”, Monthly Review, sayı 31, Eylül 2012, s.121)

Nitekim resmi rakamlara göre ilk yüzde 10’luk kesim ile son yüzde 10’luk bölüm arasındaki gelir farkı 23 kata yükselmiştir. BM İnsani Gelişme Endeksi verileri, bu farkın 65 kat olduğunu göstermektedir. Asya Kalkınma Bankası’nın 22 ülkeyi kapsayan “Doğu Asya Raporu”nda gelir eşitsizliği bakımından Nepal’in ardından ikinci durumdadır. Boston Consulting Group’un araştırmasına göre 2005’de ülke zenginliğinin yüzde 75’ini elinde bulunduran aile sayısı 250 bin olarak hesaplanmaktadır. (Aynı yerde, s.123)

Bu tablonun pek doğal sonucu sınıf mücadelesinin artan ivmesidir. Yüzbinlerin katıldığı gösteriler gerçekleştirilmekte, grev ve direnişler sergilenmektedir. Yine resmi kaynaklara göre bu eylemlerin sayısı 2005’de 87 bin iken 2010’da 280 bine yükselmiştir. Burada işçi direnişleri kadar toprak sorunundan kaynaklı köylü direnişleri de dikkat çekicidir. Toprak sorunu demokratik devrimin ardından sosyalizmin inşası sürecinde tamamen çözülmüş olan Çin’de, sosyal-emperyalist devlet uzun yıllardır büyük bir gasp furyası gerçekleştirmektedir:

Mao Zedung, toprakları zengin ağaların elinden alıp fakir köylülere dağıtarak kitlelerin gönlünü fethetmişti. Bugün, güç sahibi yerel yöneticiler bu toprakları, büyük miktarda borçlanarak, bazen şiddet yolu ile lüks apartmanlar, alışveriş merkezleri, spor kompleksleri yapmak için söküp geri alıyor.” (Bloomberg Businessweek, 27.01.11)

Çin ve Rusya’nın başını çektiği gruba karşı Obama tarafından yılbaşında açıklanan ABD’nin “Yeni Asya Pasifik Stratejisi” bu devletlerin gelişim seyrine ilk egemenlik alanlarında müdahaleyi içeriyor. Nitekim Çin ile Japonya arasında Doğu Çin Denizi’ndeki (hem jeo-stratejik konumu kritik hem de zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarına sahip)  Diaoyu (Senkaku) isimli takımadalar nedeniyle Eylül 2012’den itibaren tırmanan gerilim tam da bu hesap ve planların sonucu olarak ciddi bir boyut aldı. Avrupa’daki güçlerinin önemli bir kısmını Pasifik bölgesine kaydıracağını çok önceden açıklamış bulunan ABD’nin Japonya üzerindeki etkisi de bilindiğinden, sorunun esas muhataplarının kimler olduğunu anlamak zor olmamaktadır.

Eklenmesi gereken önemli hususlardan birisi de AB’li emperyalistlerin ABD ile Çin ve Rusya arasındaki rekabet, kapışma ve cepheleşmede açık bir tutum takınmaktan çekiniyor olmalarıdır. ABD’nin Avrupa devletleri üzerindeki etkisi belli farklılıklar olmasına karşın genel olarak çok güçlüdür. Sürekli aynı kampta yer alan ve birbirinden ciddi olarak beslenen bu devletler ekonomik olarak entegre bir pozisyon almış durumdalar. Ne var ki yukarıda da değindiğimiz gibi AB devletlerinin Çin ve Rusya ile sürdürdüğü ticari ilişkilerin hacmi eskiye göre çok daha geniş bir alan kapsamakta ve bu bağımlılık, dengeleri etkileyen bir gelişime yol açmaktadır.