İKTİSADİ KRİZDEN GENEL KRİZE İSYANLARDAN DEVRİMLERE!

Dünya Kısalan Bir Ömrün Son Demleridir Krizler

Dünya geneline hatta bölgelere ve ülkelere ilişkin olarak yapılacak ekonomik ya da politik hiçbir değerlendirmenin 2007-2008 döneminde uç veren ve giderek etkisini artıran ekonomik krizden soyutlanarak yapılamayacağı gerçeğiyle karşı karşıyayız. Nitekim beş yıllık süre içerisinde, değil ekonomik, politik bazda da krizin ciddi boyutlarda etkisini göstermediği ülke ve konu kalmamış durumdadır. Marksizme “her şeyi” ekonomik durum ve veriler üzerinden açıklaması nedeniyle eleştiri getirenlerin kulağını çınlatan bu gerçeklik daha uzun bir süre kendini hissettirecek gibi görünmektedir.

Marksizm ekonomik olgulara her şeyi açıklama misyonu yüklemez ama her şeyin başında ve temelinde yer vermekle çıkış noktasının üretime dair ilişki ve sonuçlar üzerinden aranmasına işaret eder. Zira yaşamı var eden ve bütün ilişkilere yön veren maddi gerçeklik bu çerçevede ortaya çıkmaktadır. Yönümüzü ilk çevireceğimiz saha burasıdır ve okumayı başarabilirsek, diğer tüm sorunların şifre çözümünde işimizi kolaylaştıracak veriler de burada “gizlidir”.

Bir süre yalnızca finansal karakter taşıdığı, sonra da kısa sürede kontrol altına alınacağı ve büyütülecek bir ağırlık taşımadığı söylenen kriz, inkâr edilemeyecek bir boyut ve kapsam kazanınca hesaplar ona göre yapılmaya, söylem de o doğrultuda değiştirilmeye başlandı. Resesyonu, depresyonu, enflasyonu ve patlamalarıyla yol alan iktisadi krizden politik ve toplumsal bir krize yani genel manada bir bunalıma doğru geçiş noktasına gelinmiştir. Sürecin başında “devlet”leri devreye sokmak zorunda kalan efendiler, çaresiz biçimde süreci politik alana taşımanın bizzat aracısı da oldular.

Öncelikle şu hatırlatma ve düzeltmeyi yapmaya ihtiyaç var. Bu herkese aitmiş, belli bir ortaklık barındırıyormuş gibi sunulan olay, esas olarak egemen sınıfların sistemine dair vurgu taşımaktadır. Krizde olan onların yapısı ve bu yapının ihtiyacı doğrultusunda uyguladıkları politikalardır. Bu sistemde yapıtaşı olmak ve bütün yükü taşımak dışında hiçbir rolü olmayan, bu manada sürekli “edilgen” kılınanlara atfedilebilecek bir kriz yoktur.

Ama durum tam aksiymiş gibi gösterilmekte ve kaptan köşkündekiler, su alan geminin kürek mahkûmları, zorla ve de boğaz tokluğuna çalıştırılanlar ve tayfalardan “kriz” gerekçesiyle fedakârlık istemektedir. Böyle bir geminin batmasıyla gerçek manada kaybedecek olanlar sahipler, efendilerdir.

Sömürü ve zulüm cenderesindekilerin esas olarak nefes almaktan ibaret bir yaşamın sona ermesiyle kaybedecekleri şey sınırlıdır. Bunun görece farklılık arz ettiği sınıflar da vardır ama yine sorumluluk kademelenmesi asla onlara sunulduğu gibi değildir. Nitekim bedel ödenmesi safhasında kapısı çalınanlar da onlar olmaktadır. Tam da bu nedenle birinci ağızdan yapılan ve artık kanıksanan uyarılar her kriz döneminde olduğu gibi bu kez de boşlukta yankılanmaktadır:

“Dünya, insanların düşen ekonomik gelirleri, çevre tahribatı ve sosyal çatışmalar nedeniyle üçlü bir kriz riski altındadır. Dünyada 200 milyondan fazla işsiz varken ve fakirlik yükselişteyken, zenginlerin daha fazla kar talebinden feragat etmesi gerekir.” (Christine Lagarde, IMF Başkanı, 13.06.12)

Krizle ilgili dikkat çekici ikinci saptırma bunun geçici olmasından hareketle söylenen, emperyalist-kapitalist sistemin bu tip bunalımlardan daha da güçlenerek çıktığıdır. Bu söyleme eşlik eden diğer husus ise krizlerin kapitalist sistemin doğasından kaynaklandığı ve bu nedenle kötüye yorulacak bir durumun olmadığı, bunun da atlatılacağına dairdir. Böylelikle bir açmaz ve çözümsüzlük içerisinde görünme halinin üstü örtülmeye çalışılmaktadır. Sonuçları kontrol altına alınıp, varta mümkün olduğu kadar hasarsız atlatıldığında da “haklılığa” ilişkin en önemli kanıt zaten sunulmuş olacaktır…

Kriz sürecindeki bir başka çarpıtma ve yönlendirme, sorunun sistem içerisindeki bazı unsurların yanlışlıklarından, arızalı ve çürük yanlarından kaynaklandığıdır. Burada, hesapsızlıktan çılgınlığa, sorumsuzluktan dolandırıcılığa kadar izahat eşliğinde kişi ve tekil kurumlar üzerinden açıklama ve sistemi aklama çabası görülmektedir:

[“Bankalar hapı yuttu, biz hapı yuttuk, tüm ülke hapı yuttu” Bir Britanya Hükümeti Bakanı, The Guardian, 19.01.2009)  “Son krizin Birleşik Krallık üzerindeki etkileri hakkında yapılmış bu feraset sahibi değerlendirme (pek çok başka yer için de geçerli olmak üzere) ana-akım medyada ‘serbest piyasa’nın erdemlerini anlata anlata bitiremeyen, suçu da çılgın bankacılar, dalavereci kredi kuruluşları ile yetersiz düzenleyici kurumlar arasındaki şeytani bir ittifaka yükleyen sayısız gazeteci, iktisatçı ve siyasetçinin ortalığa saçtığı zırvalardan çok daha samimi ve gerçekçi” ]  (Alfredo Saad-Filho, Neoliberalizm Krizde mi? Yoksa Neoliberalizmin Krizi mi?”, Socialist Register 2011- Bu Defaki Kriz, Yordam Kitap, s.268)

Kapitalizmin krizlerle yol aldığı ve bunun yapısal bir durum arz ettiği elbette doğrudur ama adı üstünde bu da bir düzendir ve sorun tam da burada yani kapitalizmin sömürü ve her türlü eşitsizlik, adaletsizlik ve zorbalık üzerine kurulu sisteminin insanlığın yararına değil bir avuç azınlığın, egemenlerin yararına işleyen bir düzen olması gerçekliğindedir. Bunun sürdürülebilirlik şansı sorunludur. Krizlerin ana kaynağı da sistemin bu gerçeklik üzerine kurulu olması ve bu yüzden arzu edilen biçimde işletilme şansının bulunamamış olmasındadır.

Patlak verme ya da ateşlenme sürecinin nasıl olduğu hiç önemli değildir. Hatta hangi sektör ya da ilişki alanı üzerinden gelişme kaydetmesi de belirleyici bir yerde durmamaktadır. Bu anlamda, borç krizi, finansal kriz, parasal kriz, bankacılık krizi gibi adlandırmalar çapını daraltma amaçlıdır. Bir alan üzerinden gelişme göstermesi son derece doğaldır ama burada bloke edilmesi kolay değildir. Nitekim çoğu kez ana zemine inmiş ve reel sektörü/üretimi yani ekonomiyi genel olarak teslim almıştır.

Ateşlenme sürecinin nasıl olmasından önemlisi, krizdeki esas etmenler üzerine de Marks’a kadar götürülen tartışmalar yürütülmektedir. Bunun döneme ait çözümlemelerde bulunmak, dolayısıyla da sürecin akışını anlamak ve ona göre taktikler belirlemek bakımından elbette önemi vardır. Ancak bunu yaparken de genel bir kuram üzerinden yürümek yanıltıcıdır:

“Kapitalizm içinde bunalım oluşumuna ilişkin tekil bir kuram yoktur, farklı türden bunalımlar için birçok olasılık ortaya çıkaran bir dizi engel vardır. Belirli bir tarihsel andaki koşullar bunalım türlerinden birinin ağırlık taşımasına yol açabilirken, başka koşullarda birkaç bunalım biçimi birleşebilir ve bazı koşullarda da bunalım eğilimleri uzamsal olarak (jeo-politik ve jeo-ekonomik bunalımlar gibi) ya da zamansal olarak (finansal bunalımlar gibi) yerinden sapabilir.” (David Harvey, “160 Yıl Sonra Komünist Manifesto”, K. Marks ve F. Engels, Komünist Manifesto ve Hakkında Yazılar, Yordam Kitap, s.254)

İki buçuk asırlık kapitalizmin çevrim dönemleri kısalmakta, başka bir deyişle krizlerinin süresi uzamaktadır. Bunun en açık tercümesi olarak “can çekişme” den söz etmek gerekir ki, yeniden üretim kapasitesinin zorlandığı da not edilmelidir. Emek-sermaye çelişkisi üzerine kurulu olan sistem, emek sürecine sürekli biçimde müdahale etmek zorundadır ve bunun kaçınılmaz sonuçlarından birisini de krizlerin tetiklenmesi ve/veya olgunlaşması oluşturmaktadır.

Krizlerin bağışıklık kazandırdığı doğru değildir. Zira her krizin üstesinden gelmek için mekanizmanın dişlileri daha acımasızca öğütücü kılınmakta ve sonunu getirecek faktörler güçlenmektedir. Bunun kısır bir döngü olmasını önlemenin sistemi iyileştirici tedbirlerden geçmediği ve bu yönde adım atma kapasitesi bile sınırlı olduğu içindir ki bir kriz ancak başka bir krize evrilerek “aşılabilmektedir”. Bunun hep böyle gideceğine inanmak, alternatifin güçlü biçimde kendini gösteremediği koşullarda mümkün olabilmekteyse de tarih aksi yöndeki işaretleri ortaya çıkarmakta gecikmemiş ve yıkıcı nüvelerin eylemlerini sürekli sahneye sürmesini bilmiştir.

Sistemin sağlıklı bir biçimde işlemesi doğasına aykırıdır. Dengenin baskı, zor ve ideolojik araçlarla kurulmaya çalışılması da nafiledir. Patlayan/yırtılan bir yer yamansa, bir başka yere yetişilse, sigorta niyetine başka tedbirler devreye sokulsa da, düze çıkmak mümkün olamamakta, genel tablo ağırlaşarak kendini hissettirmektedir. IMF Başkanı Lagarde, Dünya Ekonomik Forumu yıllık toplantısında (Ocak 2013), 2013 yılını, “yap-kır yılı” biçiminde tarif etmektedir. Yap-boz tahtasına dönen kapitalist sistem, henüz önünü görecek duruma gelememiştir. Dünya Ekonomik Forumu’nun teması olarak “dinamik dayanıklılık”ın seçilmiş olması da içinde bulundukları aczin ilanı olarak okunmalıdır.

Sistemin var gücüyle abanarak ayakta kalmaya çalıştığı emekçiler ve ezilenler cephesinde koyulaşan dünya, doğal yapısında da erozyona uğratılmakta, felaket bütün yönlerden insanlığı kuşatmaktadır. Kendi kurumlarına ait bütün veriler dahi her türlü manipülasyon, küçültme ve örtme çabalarına karşın çıplak gerçeği haykıran sonuçlar vermektedir.

Dünyada 1 doların altında geçinenlerin sayısı 1987’de 1.2 milyar iken bugün 1.5 milyar olmuştur ve 2015’de 2 milyara ulaşacağı tahmin edilmektedir. Oransal açıdan bakacak olursak, yüzde 20’den yüzde 25’e çıkmasından söz edilmektedir. Emperyalist ülkelerde yaşayan en zengin yüzde 20’lik kesimin geliri, yarı sömürge- sömürge ülkelerdeki yüzde 20’lik dilimden 1960’da 30 kat fazla iken, bu oran 1997’de yüzde 74’e çıkmış, günümüzde ise 100 katına ulaşmış durumdadır.

İngiliz Yardım Kuruluşu Oxfam’ın Ocak 2013’de yayınlanan “Eşitsizliğin maliyeti: Servet ve gelir ölçüsüzlüğü hepimize nasıl zarar veriyor?” raporuna göre, 2012’de dünyanın en zengin nüfusunun yüzde 1’inin geliri, finansal krize “karşın” son yirmi yılda yüzde 60 artış göstermiş, en zengin 100 milyarderin toplam geliri 240 milyar dolara ulaşmıştır. ILO verilerine göre, 2012 yılı itibarıyla işsiz sayısı 197 milyonu, güvencesiz koşullarda çalışanların sayısı ise 1 milyar 528 milyonu bulmuş durumdadır.

Bu tabloyu değil tersine çevirmek, iyileştirici adımlar atmak bile sistemin doğasına aykırıdır. Zira ayakta kalmanın yolu bir yandan varlık koşullarını sağlayan sömürü çarklarını işletmekse, diğer yandan kendi aralarındaki pay ve pazar kavgasında başarılı olmaktan geçmektedir. Ellerindeki bütün olanak ve araçlar buna koşullanmıştır. Bir zamanlar ruhuna rahmet okuttukları ve sözde geri plana atılmış gibi göstererek “demokrasi ve özgürlük” balonları uçurdukları devlet, krizin birinci yılı dolmadan açıkça devreye sokulmuş ama bu tarz da yaraya merhem olamamıştır:

Özüne bakıldığında neoliberalizm, ‘müdahale düşmanlığı’ şeklini alan ideolojik maske altında, aslında devlet gücünün sistematik bir biçimde kullanımına dayanmaktadır. Hedefse, sermaye iktidarının beş ayrı düzeyde yeniden vücuda getirilmesine yönelik tahakküm projesinin hayata geçirilmesidir. Bu beş düzeyi şöyle sıralayabiliriz: yurtiçi kaynakların tahsisi, uluslararası ekonomiyle bütünleşme, devletin yeniden üretimi, ideolojinin ve ayrıca işçi sınıfının yeniden üretimi.” (Alfredo Saad-Filho, age, s.269)

Kurtarma operasyonları ve devasa miktardaki fonlamalar ile son değilse de büyük kozlar oynanmaktadır. Amerikan Merkez Bankası Federal Reserve (FED) 2013 boyunca 1 trilyon dolara yakın bir fonlamayla yetinmeyebileceğini ilan etmiş bulunmaktadır. Buna paralel bir diğer vurgu ise IMF İcra Direktörleri’nin 2012 sonunda yayınladığı rapordaki, “piyasa ekonomilerine taşıdıkları yüksek riskler nedeniyle kontrol politikası” önermesidir. Bu, krizin başından itibaren çökmüş bulunan “sermaye hareketlerinin serbestliği ve dokunulmazlığı” konusunda durumun aynı hızla devam edeceği anlamına gelmektedir. Krizin ömrüne kısa vade biçenler kayıplara karışmış ya da sözlerini yutmuş, sazı şimdi eline alanlar ise daha “gerçekçi” konuşur olmuştur.

IMF tarafından yayımlanan “Dünyanın Ekonomik Görünümü” raporunun tanıtımında konuşan IMF Baş ekonomisti Olivier Blanchard, “Küresel krizden çıkış en az on yıl sürecektir.” (06.11.12) derken; OECD Baş ekonomisti Pier Carlo Padoan, “Krizin başlamasından beş yıl sonra küresel ekonomi yeniden zayıflamaktadır. Bu ortamda hala yeni bir model geliştirebilmek mümkün olamamıştır. Yeni bir büyük daralma riski göz ardı edilemez.”, “Eğer mali uçurumdan kaçınılamaz ise büyük bir negatif şok ABD ve global ekonomiyi resesyona götürür.”, “Avro bölgesi, dünya ekonomisi için en büyük tehdit olmaya devam ediyor.” (27.11.12) sözlerini sarf etmektedir.

BM Ekonomik ve Sosyal İşler Bölümü’nün hazırladığı ve Aralık ayında yayımlanan “2013 Dünya Ekonomik Durumu ve Beklentiler” raporunda, krizin zararlarının giderilebilmesi için en az 5 yıldan bahsedilmektedir. Bir yanıyla itirafta bulunanlar bir yandan da hala iyimserlik pompalamaya, gerçekleri karartmaya çalışıyorlar. Emperyalist-kapitalist sistemin temel taşlarını yerinden oynatacak bir kriz devrededir. Bundan kolaylıkla çıkacaklarını sananlar aldandı, aldanmaya ve aldatmaya devam ediyorlar. Bu bunalımın uzun yılların birikimi olduğu gizlenmeye çalışılıyor. Hiçbir ciddi kriz ve bunalım küçük bir sorundan ve belli bir dalgalanmadan çıkmaz. Ateşleyici rol oynayan, tetikleyici kimi olaylar elbette vardır ama olan biten bunlarla açıklanamaz.

Önce finans piyasasında ateş alan sonra reel ekonomik dengeleri sarsan ve “durgunluk” tanımıyla anılan bunalım, merkezden çevreye aktarılan kredi ve desteklerin çevrilememesi üzerine son iki yıl içerisinde “borç krizi” şeklinde adlandırılır olmuştur. Bunların tümü, çırpındıkça/debelendikçe ortaya çıkan sorunların, krizin değişik çehre ve veçhelerini göstermesi halidir.

Ama dikkatlerin çekilmesi gereken husus, bunların hiçbirisinde rahatlama sağlayamadıkları ve sorunların giderek çeşitlenmesi halidir. Bu nedenle de yeterince büyük ve kritik olduğu görülen krizin “daha da büyüyeceğine” vurgu yapılmaktadır: “ABD ve Avrupa kaç aydır borçlanma tavanı konusunda anlaşamıyor. Sorunlara çözüm bulunamaz ise bu iki ekonominin büyüklükleri ve diğer ekonomilerle ticaret, yatırım ilişkileri nedeniyle büyük bir kriz olacaktır.” (Christine Lagarde, IMF Başkanı, 07.01.13)

Kırılgan hale gelmiş, değil kasırga, herhangi bir yerde gedik açacak rüzgârların bile alt üst olmasına neden olabileceği bir ekonomik tablo ortaya çıkmıştır. Sürmekte olan krizin “Gelir kayıplarına gelince, IMF’nin 2013 yılına kadar olası büyüme tahminleri ve krizi etkisi ile ilgili istatistikleri ele alacak olursak 2007 yılında 55 trilyon dolar olan dünya GSYH’ndan 2013’e kadar olan kriz nedeniyle doğrudan ve alternatif maliyet olarak kayıpların tutarı 30 trilyon doları bulmakta.”dır.  (Cüneyt Akman, Marksist Kriz Teorileri Işığında Küresel Kriz, Kalkedon yay. s. 259-260) Durumun ne kadar çaplı ve ciddi olduğu bu maliyet hesabından anlaşılıyor olsa gerektir.

Buna karşı oluşturulan paravanlar hızı bir an için kesebilse de direnç fazla uzun ömürlü olamamaktadır. Nitekim kriz öncesi 2006’da yüzde 10’un üzerinde seyreden büyüme hızı 2009’da yüzde 12 küçülmeye savruldu. Bütün güçleriyle seferber olunarak büyüme 2010’da yeniden yüzde 14’e çıkarılsa da bir yıl geçmeden yüzde 3’ün altına düşüldü. Bu kırılganlık ilk önce emperyalist sistemin “küreselleşme” olarak adlandırılan tekelleşmedeki boyutu ile değerlendirilmelidir:

Kriz”in mutlak biçimde merkezinde yer alan finansal hizmetlerdeki olağanüstü genişlemenin kapitalist üretime ilişkin kurum ve uygulamalardaki önemli değişiklikleri, eşzamanlı olarak gelişen, hem üretimi hem de devletin yapısını ve devletler sistemini etkileyen küresel bütünleşmenin bağlamı içerisine yerleştirmek zorundayız.” (Hugo Radice, “Krize Karşı Durmak: Sınıfsal Bir Bakış”, Socialist Register 2011- Bu Defaki Kriz, Yordam Kitap, s.37)

Süregiden olaylarla paralel bir şekilde, son dönemde ABD’de ve diğer ekonomilerde şu nitelikleri de taşıyan tekelleşme yönünde bir büyüme eğilimi gözlenmektedir: (i) Dünya çapında sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi; (ii) tekel gücü ve karların büyümesi; (iii) çokuluslu şirketlerin gelişen küresel arz zincirleri; (iv) tekelci finansın yükselişi. Dünyanın en büyük beş yüz şirketinin (Global 500 olarak da bilinen) geliri 2004-2008 arasında dünya gelirinin yaklaşık yüzde kırkına eşit hale gelmiştir ve bu artışın büyük kısmı 1990’larda gözlenmiştir. Bu güçlü tekelleşme eğilimi, bugün genelgeçer bir şekilde firmalar, işçiler ve devletler arasında hep daha çok rekabet olduğu şeklindeki bakış açısı çerçevesinde güçlükle fark edilmektedir.” (John Bellamy Foster ve Robert W. McChesney, “Bitmek Bilmeyen Kriz”, Monthly Review, sayı 31, Eylül 2012, s.24)

Bu durum ekonominin döndürülmesi bakımından daha elverişli bir yapı yaratıyor gibi görünse de, kutuplaşmanın getirdiği servet uçurumu, üretici güçler üzerinde ağır bir tahribata yol açmakta; reel ekonomi, temellerinden kopuk bir zeminde, büyük karlar denizinde, oradan oraya savrulan bir pozisyon almaktadır.

Spekülatif sermaye ve bankacılık sektörü, finans piyasasının girdabında, kendini kurtarabilme kapasitesini bile kullanamaz duruma gelmiştir. 2010 Ocak ayı itibarıyla yapılan hesaplamaya göre, toplam dünya gayri safi hâsılası 74 trilyon dolar iken, dünya hisse senedi piyasası 95 trilyon dolara ulaşmıştır. Dünya borsalarının toplam değeri 50 trilyon dolarlık büyüklüğe sahipken türevlerinin toplam değeri ise 466 trilyon dolardır.

Federal Rezerv verilerine göre bankacılık sektöründe 1980-2005 arası dönemde 11 bin 500’e yakın birleşme gerçekleşti. Bu nedenle banka sayısı 7.500’ün altına indi. 2011 yılında beş SIM (Gayrimenkul Aracılık Şirketleri ve bankacılık bölümleri: J.P. Morgan, Bank of America, Citybank, Goldman Sachs, HSBC USA) ve beş banka (Deutsche Bank, UBS, Credit Suisse, Citycorp-Merrill Linch, BNP-Paribas) yüzde 90’dan fazla hisse senedinin kontrolünü ele geçirdiler.

Hisse senedi piyasasında, birleşme ve satın alma (yutma) nedeniyle güç daha az sayıda tekelin elinde toplandı ve şirket sayısı azaldı. Borsa sermayesi en büyük ilk 10 tekel, 7800 kayıtlı şirketin yüzde 0.12’sini temsil etmelerine karşın toplam değerin yüzde 41’i, karın yüzde 47’si ve artı değerin yüzde 55’ini elde ediyorlar. Bu birleşme süreçlerinde baş rolü kurumsal yatırımcılar oynuyor. Günümüzde, yine Federal Rezerv verilerine göre, kurumsal yatırımcılar nominal değeri 39 trilyon kadar olan senetleri yönetenlerdir ve bu miktar toplamın yüzde 88.4’üdür. Bu durum 20 yıl öncesine göre 20 kat fazlalık bir “gelişme”ye denk geliyor…

Tablo bu halde olunca, bir yerde açılan gedik zincirleme biçimde tüm sistemi etkileyen bir anafor yaratmaktadır. Kurtarma operasyonları ve müdahaleler, bir başka alandan verilen tavizle mümkün olunca, işin ucunu toparlamak mümkün olamamaktadır. Esas yaslanılacak, daha doğru bir deyişle yüklenilecek olan bütün değerlerin reel ekonomideki asıl kaynakları, yani üreticilerdir. Sermayeyi ne spekülatif alandaki gücü ne de ana kaynak olarak elinde bulundurduğu birikimleri kurtarabilmektedir. Bütün bunlara yön veren irade mekanizmaları olarak devlet ve onların oluşturduğu devletler arası ve üstü yapılar da seferberlik ilanlarına rağmen çözüm gücü olamıyorlar.

Sorunun esas çözüm arayışı zeminine gelince, burada da doğaları gereği hor kullandıkları, iliğine kadar sömürerek kansız ve takatsiz bıraktıkları dünyanın ezici çoğunluğu emekçilerin durumu, daha fazla “fedakârlığa” katlanabilecek bir durum arz etmemektedir. Üstelik bu rolü oynamada eskisi kadar “gönüllü” ve gözü kapalı oldukları da söylenemez. Her şeye rağmen, gidilen adres emekçilerdir, faturanın ödettirilmeye çalışılacağı yer onlardır ama bunun için işlerinin giderek zorlaştığı da tespit edilmek zorundadır.

Ekonominin yaşamla doğrudan bağını kuran alanını tarım/gıda üretimi oluşturuyor. Dünyada 2.6 milyarı aşkın insan geçimini tarımdan sağlıyor. Bunun yüzde 54’ü Çin (828 milyon) ve Hindistan’da (587 milyon) yaşamakta. Bir başka veriye göre özellikle yarı-sömürge ülkelerde insanlar gelirlerinin yüzde 80’ini gıdaya harcamaktadır. BM Gıda ve Tarım Örgütü FAO, dünya gıda fiyat endeksinin 2003-2011 yılları arasında yüzde 109.3 arttığına işaret ediyor.

Buna paralel dünyadaki aç nüfusun 1.02 milyara ulaşması söz konusu ve son saptamalara göre yaklaşık 3 milyar insan yeterli gıdaya erişemiyor. Dünya Bankası (DB) rakamlarına göre ise son 4 yılda gıda fiyatları yüzde 100 artmıştır.  Son yirmi yılda gıda üretimi yüzde 2 artarken nüfus artış oranı yüzde 1.4’tür. Bu da açık biçimde gösteriyor ki gıda kıtlığı/krizi üretim yetersizliğinden değil, gelir dağılımındaki eşitsizlikten, yani sistemin kendisinden kaynaklanıyor.

Tarım ve gıda sektöründeki bu tabloya yakından baktığımızda da karşımıza yine bütün ipleri elinde tutan, “tüm sektöre hakim” durumdaki “tekel” olgusu çıkıyor. Tahıl ticaretinin yüzde 80’ini üç tekel; ADM, Cargill ve Bunge; dünya mısır tohumu sektörünün yüzde 65’ini iki tekel Monsanto ve DuPont elinde bulunduruyor. Tohum sektörünün genelinde ise yüzde 50’lik paya sahip olan bu şirketlere, Syngenta ve Bayer gibileri eşlik ediyor. Küresel zirai ilaç piyasasının yüzde 75-80’ine altı şirket, örneğin muz ticaretinin yüzde 80’ine ise beş şirket hükmediyor. Kısacası tarım ve gıdanın kaderine de bir avuç tekel hükmediyor.

İngiliz Küresel Risk ve Stratejik Danışmanlık Şirketi Maplecroft tarafından Ekim 2012’de 197 ülkede yapılan araştırmaya göre gıda krizi (esasen isyanı) henüz patlak vermiş olmasa da en kırılgan bölgelerde gıdaya bağlı ani ve büyük değişikliklerin yaşanma riski artış göstermekte. DB Başkanı Jim Yong Kim ise gıda fiyatlarının yüksek ve istikrarsız olduğunu ve dünyanın zor zamanlardan geçtiğini söyledi (11.12.12).

Ekonomik alanda filizlenen krizin sistemin bütün parametrelerini bozması kaçınılmazdır. Bunların başında hiç kuşku yok ki politik alan gelmektedir. Yönetsel yapılanmanın niteliğinden, kullanılan araçlardaki öncelik ve yoğunlaşmaya kadar bir dizi değişimin rahatlıkla gözlemlenebildiği süreç emperyalist devletlerin konumlanışını da etkileyen ve uzun vadede belirleyen sonuçlar üretmektedir. Krize giden dönemden bugünlere yaklaşık yirmi yıllık süreç incelendiğinde görülecektir ki bloklaşma ve çeşitli bölgelere yığılma ve ittifak tercihlerinde “yeni” durumlar ortaya çıkmıştır.

Çin ciddi bir yükselişe geçmiş, Rusya toparlanmış ve bu ikisinin ilk etapta bölgesel olarak kurdukları Şanghay grubuna (ŞİÖ), Brezilya, Hindistan ve Güney Afrika gibi devletlerle ekonomik merkezli oluşturdukları BRICS ismi verilen bloklaşma eklenmiştir. Bu durum, krizin ilk dönemlerinde gerilen ilişkilerini yeniden düzeltmeye çalışan ABD ile AB’yi yeni projeler geliştirmeye itmiştir. 13 Şubat 2013’de Obama ile AB Konsey ve Komisyon Başkanlarının yaptığı ortak açıklamada, yılda yaklaşık 1 trilyon dolarlık mal ve hizmet ticaretini ilgilendiren kapsamlı bir anlaşmanın müzakereleri için onay süreci başlatacakları duyuruldu.

Rusya’da (ve doğu Avrupa’da) 90’lı yıllarda yaşanan kabuk değiştir(t)me süreciyle dünya egemenliği için atağa kalkan ve 11 Eylülle vites büyüten ABD’nin önünü belli ölçüde kesen ve durumu dengelemeye doğru adımlarını sıklaştıran diğer emperyalistlerin ortaklaşa büyüttüğü ilk sektör hiç kuşku yok ki savaş sanayidir. Stockholm Barış Araştırmalar Enstitüsü (SIPRI)’nün rakamlarına göre, dünyada silah satışı 2007-2011 yılları arasında yüzde 25 artış gösterdi.

Bu alanda, yani hem silah üretimi hem de satışı alanında hala başı çeken gücün ABD olması doğaldır. Zira ABD uzun bir süredir yatırım yaptığı ve diğerlerine ambargo koymaya özen gösterdiği alanda önemli bir altyapı kurmuş ve birikim sağlamış durumdadır.

Kongre Raporuna göre, ABD 2011’de silah satışını bir önceki yıla göre üçe katlamış ve dünya genelindeki 85.3 milyar dolarlık satışın da 66.3 milyar dolarını gerçekleştirmiştir. (New York Times, 28.08.12). International Institute of Strategic Studies isimli kuruluşun “Askeri Denge 2012” raporuna göre Asya’nın savunma harcamalarının Avrupa’yı geçeceği öngörülmüştü. Nitekim, Çin’in son 10 yıldaki harcamaları yüzde 250 artış göstermiş bulunuyor.

Dünya ölçeğinde emperyalist savaşların tarihe karıştığı safsatasına sarılmayı bırakmayanlar, kendileri dışında hiç kimseyi buna inandıramadıklarından olacak, bütün devletler hummalı bir biçimde silah satış ve üretimini sürdürmektedir. Zira gerçeklik, belki daha büyük çapta bir savaşın uzun süredir yaşanmamış olmasına karşın savaş halinin hızından hiçbir şey kaybetmeden sürmekte olduğunu göstermektedir.

Özel olarak iki devletin yürüttüğü ya da bir işgal sonucu açık savaşı içermese bile Heidelberg Çatışmaları Araştırma Enstitüsü tarafından yayınlanan Ağustos 2012 tarihli bir araştırmaya göre, 2011 yılı 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan bu yana en çok savaşın yaşandığı yıl olarak tarihe geçmiş bulunuyor. Raporda 2011’de süren 40 çatışmadan 38’i “yüksek derece”de kabul edilmektedir.

Politikanın silahlı biçimi olarak savaş, emperyalistlerin başlıca tercihi olageldi. Bunun en önemli nedeni gerek ülkeler özelinde gerekse de dünya çapında egemenliği nihai olarak elde tutma aracının “zor” olması, kendi aralarındaki rekabet, pazar kapma ve alan açma mücadelesinde de başlıca yöntemin bununla hayat bulmasıydı.

Önce daha sınırlı bir alana hitap ediyor mahiyette devreye sokulan ve ihtiyaç doğrultusunda gelişim kaydederek bugünkü şeklini alan NATO, bu konudaki merkez olma işlevine daha fazla oturur hale gelmiştir. Kuzey Amerika ve Avrupalı emperyalistlerce oluşturulan ve hareket alanı bu ülkelerin “toprakları” ile sınırlı sayılan NATO üye sayısı bakımından büyümüş ama daha önemlisi “çıkarların” kıstas alındığı bir konsept değişimiyle, dünya jandarmalığının resmi üniformasını da giymiştir. Artık her yer en azından ABD’nin çıkar alanıdır ve dolayısıyla NATO her yerden sorumlu hale gelmiştir. Nitekim daha yakın zamanda Afganistan ve Irak’a müdahale/işgal sürecindeki tartışmalar ne Libya’da yapılabilmiş ne de Suriye’de yapılmaktadır.

Emperyalist-kapitalist sistemin insanlığa sunduğu felaket tablosunun bir diğer köşesinde ise savaşlarla yarışan bir ölüm, sakatlanma, göç ve yoksulluk üreten çevre sorunları vardır. Dünya her geçen gün ezilenler için daha sağlıksız, daha yoksun ve daha tehlikeli bir hal almaya başlamıştır. Kirlenmenin ve tahribatın boyutları önlenemez bir noktaya doğru gitmektedir. Sistem yine ana gündemi ve ana güdüsüne aykırı olduğu için kendi sonunu da getirecek bir gözü dönmüşlükle bütün dünyayı büyük bir felaket doğru sürüklemektedir. Konunun çeşitli boyutlarına özgülenen bütün toplantı, oturum ve forumlarda havanda su dövülmekte, göstermelik yakınma ve “önlemlerle” yasak savılmaktadır.

2004 yılında küresel karbondioksit salınımı 27 milyar ton iken 2011’de 34 milyar tonu bulmuştur. Bunun 2012’de 40 milyar tonu aşması bekleniyordu. Dünya Meteoroloji Örgütü’nün son raporuna göre sera gazı salınımı 2010’a göre yüzde 40 oranında artmış bulunuyor. 50 yıldır atmosferde kalan karbondioksit oranı yüzde 40’dan 45’e çıktı. Bu rakamlar, nasıl bir dünyada nefes alındığını, doğal dengenin hangi boyutlarda sarsıldığını, bir bütün olarak eko-sistemin ne düzeyde tahrip olduğunu göstermektedir. Dünyada yılda 1.5 milyondan fazla insan hava kirliliğinin yol açtığı hastalıklar nedeniyle ölmektedir.

Yılda 2 milyon ton katı atık dünya su kaynaklarına boşaltılıyor. Her yıl 20 milyon insan pis su ya da su yetmezliğinden ölüyor. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre çoğu Afrika ve Ortadoğu’da 780 milyon insan yeterli suya ulaşamazken, 2.5 milyar insan da temiz su kaynaklarından yoksun durumdadır. Her yıl 5 yaşın altında 1.8 milyon çocuk su ile ilgili hastalıklar nedeni ile ölmektedir. Halklardan esirgenen suyun tüketimi artmakta, kaynaklar insafsızca kurutulmaktadır. BM Gıda ve Tarım örgütünün raporuna göre insanların tüketeceği gıdaların yaklaşık üçte biri israf edilmektedir.

Doğal dokunun acımasızca bozulması, çevrenin talan ve yağmasıyla etki gücü sınırsız hale gelen doğa olayları, korkunç birer kitle kırımına dönüşmüştür. 2010 yılında dünyayı sarsan 950 doğal felaket geçen yıl (2011) yüzde 90 artış göstererek 295 bin insanın hayatına mal olmuş, maddi kayıplar ise 97 milyar dolara ulaşmıştır. Ne var ki her zamanki gibi faturayı ödeyecek olan yine felaketi yaşayanlar olmaktadır ve bu doğa(l) katliamların dünya ekonomisine maliyeti ise 380 milyar dolar olarak hesaplanmaktadır.