İKTİSADİ KRİZDEN GENEL KRİZE İSYANLARDAN DEVRİMLERE!

Toplumsal Kanser: Kadına Şiddet

Kadınların cins kırımına varan boyutta şiddete maruz kalması gerçeğinin, çeşitli platformlar altındaki kadın mücadelesinin önemli bir katkısıyla belli bir süredir gündemleştirilmiş olması, konuyla ilgili duyarlılığı ve mücadele gücünü artırmış olsa da süre giden şiddetin hızı dahi kesilmemiştir. Bu durum, sorunun ne denli ağır ve çaplı olduğunu göstermesi kadar, sistemle bütünleşmiş olma gerçeğine de işaret etmektedir. Hiç ihmal etmeden vurgulamak gerek ki düzene entegre olma ya da ondan kaynaklanma halinin kökeninde de sosyo-ekonomik sistem harcının erkek egemenliğiyle karılmış olması gerçeği vardır.

Kadına karşı şiddet, esas olarak emekçi kadın şahsında, ezilen bir cins olarak katmerli bir baskı ve sömürü altında tutulmasının parçasıdır. Her türlü ayrımcılık ve aşağılamanın, mülkiyet temelli bir yaklaşımla harmanlandığı bizimki gibi yarı-feodal toplumlarda, şiddetin katsayısı artmakta ve kendine özel bir gündemle neredeyse soyutlanma derecesine varan bir noktaya ulaşılmaktadır. Son yıllarda toplumsal bir kanser gibi yaygınlaşma ve bulaşma eğilimiyle gündem oluşturması, sorunu kadınlara özgü alandan başka bir zemine kaydırmak isteyenlerin işine yarayacak düzeyde yorumlara neden olmaktadır.

Resmi makamlarca, son 11 ayda 148 kadının öldürüldüğü, 209’unun yaralandığı, 129’unun tecavüze uğradığı rapor edilmektedir. Bu rakamlar gazetelere yansıyan haberler üzerinden yapılacak kaba bir hesaba dahi uygun düşmemektedir. Daha gerçekçi sayılabilecek İHD İstanbul Şubesinin araştırmasına göre 2005-2011 yılları arasında 4.190 kadın öldürülmüş, 3.074 kadın tecavüze uğramış ve bir başka veriye göre de son 5 yılda kadına yönelik cinsel taciz ve tecavüz olayları yüzde 30 artış göstermiştir.

Kadın Cinayetlerini Önleme Platformu’nun 08.02.13 tarihli açıklamasında, 4 ay içerisinde 7 bin kadının “koruma” talebiyle başvuruda bulunduğu belirtilmektedir.

Sistemin erkek şiddetindeki rolü faillerde somutlanan bir yapısallığın yanı sıra, fiilen ortaklıkla da kendini göstermektedir. Yapılan araştırmalar, koruma talebiyle polise veya savcılığa başvuran kadınların yüzde 73’ünün öldürüldüğünü ortaya koymaktadır. Faşizm, konuyla ilgili göstermelik de olsa bir takım adımlar atmayı bile gereksiz gören ve tam aksine durumu daha da vahim bir boyuta getiren düzenlemelere imza atmaktadır. 1 Şubat 2013’de uygulanmaya başlanılan “Denetimli Serbestlik Yasası” ile suç türünün “anlaşılabilirliği” nedeniyle kadınlara yönelik her türlü şiddet eyleminde nasıl olmuşsa ceza almış birçok kişi, “kutsal” görevlerinin başına yeniden atanmışlardır.

Batılı ülkelerde oran olarak düşüklük olmakla beraber, dünya genelindeki durum da esas olarak Türkiye’den farklı değildir. Dünya Bankası verilerine göre, dünya genelinde şiddet nedeniyle hayatını kaybeden 15-44 yaş grubundaki kadınların sayısı kanser, sıtma, trafik kazası ve savaşlarda yaşamını yitirenlerden daha fazladır. Çalışma saatlerinin üçte ikisi kadınlar tarafından doldurulmakta ama dünya gelir ortalamasının ancak onda birini ücret olarak almaktadırlar.

Ancak yine de Türkiye’nin kadın durumu ile ilgili de özel bir yerde durduğunu unutmamak gerekiyor. Dünya Ekonomik Forumu’nun raporuna göre, Türkiye, kadınların eğitiminde 134 ülke arasında 109., cinsiyet eşitsizliğinde ise 126. sırada yer almaktadır. Bunu faşist Türk devletinin konuyla ilgili süreklileşen pratiğinden okumak hiç de zor değildir. Sorunun gündemleşmesi üzerine her konuda olduğu gibi manevralar geliştiren egemen sınıflar, “Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı”nın adını “Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı” şeklinde değiştirdiler.

Hesapta kadınlara “özel” bir bakanlık kurulmuş gibi gösterilmiş, ancak kadını köleleştirmenin merkezi olarak sorunun etrafına daha güçlü bir “aile” duvarı örülmüştür. Nitekim tam da 8 Mart 2012’de çıkarılan “Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine Dair Yasa” da aynı anlayışa vurgu yapıyordu. Kadın değil kadına karşı her türlü şiddet, sömürü ve ayrımcılığın üretildiği kurum korumaya alınmıştır.

Erkek egemen sistemin 2012 yılında da kadın haklarına yönelik saldırgan politikaları çeşitli biçimlerde devam etti. Kadını kuluçka makinesi ve çocuk bakıcısı olarak gören anlayış, 3 çocuk ısrarını, onun da yetersiz olduğu, hatta ihanetle eş değer görülmesini telkin ederek daha fazlasını dikte etme noktasına kadar genişletti: “Bir çocuk iflas, iki çocuk iflas, üç çocuk ancak yerinde saymaktır.” (T. Erdoğan, 02.01.13).  Sonradan da 5 rakamını telaffuz edecek kadar şirazeden çıkanların yaklaşımı 2071 hedefindeki AKP kliğinin ezen ulusun nüfusunu çoğaltma ve kendi neslini yetiştirmedeki popülasyon hesaplarından bağımsız değildir.

Kürtaj konusu da buna bağlı olarak gündemleştirilmiştir. “Çok çocuk, daha çok çocuk” parolası, mevcut mevzuattaki 10 haftalık süreyi 4 haftaya çekmeyi, hatta Sağlık Bakanı’na göre “tıbbi gereklilikler hariç tamamen yasaklanma”sını gerektiriyordu ama kadınların gösterdiği ciddi bir direnç karşısında geri adım atmak zorunda kaldılar. Ancak yine benzer durumlarda yaptıkları gibi, yeni bir düzenleme ile konuya ilişkin başka bir atak geliştirmenin hazırlıklarına giriştiler.

2013’ün ilk aylarında meclise gönderilecek taslakta kürtajla ilgili süreye dokunulmamasına karşın, sorunu kökten çözmek amacıyla kadını kürtaj kararından vazgeçirmek için getirilen prosedür (tam teşekküllü devlet hastanesi, uzman hekim, hekimin vicdani red hakkı vs.) ve çeşitli yöntemlerle iknaya zorlama (dolayısıyla fiilen yasaklama) esas alınmış durumdadır. Faşist Türk devleti açısından kadınlarla ilgili hesaplar öyle kritik bir yerde durmaktadır ki, Roboski’yi özür değil gurur vesilesi yapan Tayyip, onun katliam olduğunu kabul etme pahasına, “Her kürtaj bir Uludere’dir” sözünü sarf etmekte sakınca görmemiştir.

Kadına yönelik sömürü ve ayrımcılığın en önemli boyutlarından birisi emeğinin gaspıyla ortaya çıkıyor. TEPAV (Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı)’ın Ağustos 2012 tarihli “Türkiye’nin Kriz Sonrası Eve Dönen Kadınları” başlıklı raporuna göre 37 milyon 191 kadından 27 milyon 594 bini çalışabilir durumdadır ve bunların 11 milyon 933 bini ev kadınıdır. Kadınların işgücüne katılım oranı 2011 verilerine göre yüzde 28.8’dir (Bu oran Avrupa ülkelerinde yüzde 60).

İş yaşamına girebilenlerin “ucuz emek” statüsünde istihdam edilmesi söz konusudur. Kadın istihdamında en yüksek orana sahip 10 sektör genelinde yapılan araştırma, erkeklerin gelirinin yüzde 8 oranında fazla olduğunu ortaya koymaktadır. Üstelik bunların önemli bir bölümü güvencesiz koşullarda çalışmaktadır. Kayıt dışı çalışanların da yüzde 73’ü kadınlardır. Ama daha önemlisi emeğinin yok sayıldığı aile hapishanesindeki koşullarıdır. Ülkede 15 yaş üstü kadınların dörtte üçü, yani 20 milyon kadın ev hapsinde yaşamakta ve pek “doğallıkla” yargı kurumları kadının ev içi emeğini yok sayan kararlar vermektedir.

“Eşitlik karlılık getirir” sloganıyla 2012’yi kadın yılı ilan eden DB, Türkiye’yi de pilot ülke seçmişti. Amaç, istihdamda eşitliğin sağlanması adı altında ucuz kadın emeğinden daha fazla yararlanmanın olanaklarını yaratmaktı. Kadının ev içi hapsi ve emeğinin gaspı konusunda getirilen eleştiri ve talebe de yanıt olmuş görünmek adına Türk devleti de atağa kalktı. Sorunun “giderilmesi” adı altında yeni bir fırsat yaratılabilirdi.

Kadınların aile kurumundaki durumu statüsü ne olursa olsun değişmiyor. Bir hizmet nesnesi gibi gördüğü muamele, “mal” olarak satıldığı yeni ailesinde hem de çocuk denilecek yaşlarda daha da dayanılmaz bir biçim alıyor. TÜİK bile istatistiklerinde yıllık hesaba göre 181 bin çocuk gelin olduğunu söylüyor. Kadın kuruluşlarının araştırmaları, çocuk yaşta evlendirilen kadınların sayısını 6 milyon olarak bildirmektedir. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin “Çocuk Gelinler” raporuna göre yüzde 72’si rızası olmadan evlendirilmiş bulunuyor. Bu tablonun ve kadına karşı şiddetin bir başka tezahürü ise intihar vakalarıdır. TÜİK verilerine göre 2011’de 801 kadın intihar etti ve bunların yüzde 81’inin işsiz olduğu açıklandı.

Kadın sorunu, çeşitli konu başlıkları altında gündeme taşınmakta ve demokratik mücadele cephesinin önemli bir boyutunu oluşturmaktadır. Başta feminist çevreler olmak üzere çeşitli reformist grupların etkinlik kurduğu platformlar önde gelmek kaydıyla, emekçi kadın hareketinin yürüttüğü faaliyet, son yıllarda elle tutulur bir gelişme göstermektedir. Bölümün başında da değindiğimiz gibi, sistemin belkemiğini oluşturan politika ve uygulamalarda bırakalım çözüme ulaşmak, erkek egemen yapının geriletilmesi dahi oldukça zorlu bir savaşım sürecini gerektirmektedir.

Bunun için kadın sorununa özgülenen mücadelenin, sınıf savaşımının diğer alanlarıyla kurması gereken ilişki belirleyici bir yerde durmaktadır. Bu mücadelenin ana eksenine sınıfsal bir perspektifin oturtulması ise mücadelenin geleceğini tayin edecek kadar önemli görülmelidir. Bu gerçeğin asla örtmemesi gereken özgünlükteki emekçi kadının kendi gündemi doğrultusundaki mücadele ise konuya temel oluşturan cins baskısından soyutlanarak ele alınırsa, dinamiği besleyen ana damarlardan birisi ihmal edilmiş olacaktır.

Kadının, yalnızca kadın olmaktan kaynaklı uğradığı baskı, sömürü ve şiddete karşı, sistemle uzlaşmış ya da bütünleşmiş erkek cinsini de kapsayan mücadelesi özgündür ve ezilmişliğe yönelik bu isyan, sınıf mücadelesinde “özel” bir etkinlik ve canlılık odağı oluşturmaktadır. Kadın sorunu, iktidarın “erkek” karakterinin ayrılmaz bir parçası haline gelmiş bir avuç egemen sınıf kadını bakımından “özel” bir alan olmaktan çıktığı için sorun emekçi kadın ekseninde kavranmak ve işlenmek durumundadır. Nitekim kadın sorununun toplumsal yaşama yansıyan bütün formlarında baskı ve şiddete uğrayarak sömürülenler, ezilen sınıfların kadınlarıdır.

Tıpkı ulusal sorunda olduğu gibi şovenizm bayrağını “sınıfsallık” adına sallayanlar ve soruna dair çarpık yaklaşımdan sıyrılamayanların dahi, ister durduğu yeri güçlendirme isterse de zorunluluktan kaynaklı olsun sorunla daha çok ilgilenir hale gelmeleri, kurultaylar ve toplantılar düzenlemeleri “ileri” bir adım olarak görülmelidir. Bunun tek nedeni, kadın sorununun sınıf mücadelesinde kendisini var eden durumudur. Son süreçte konuyla ilgili problem alanlarında bir artış görülmektedir ama esas dikkat çekilmesi gereken nokta “algı”yı ve ilgiyi besleyen dinamiklerdir.

Bedenlerine, emeklerine ve yaşamlarına el koymak isteyen erkek egemen sisteme karşı mücadeleyi yükselten kadınlar, sistemi etkileyen bir güç olarak tarih sahnesindeki yerlerini güçlendirmişlerdir. Devletin konuyla ilgili tasarrufları, en azından türlü manevralara girmeksizin, çeşitli yöntemlerle örtülmeksizin gerçekleşememektedir. İşçi sınıfının mücadelesinde, gerek tekil eylemler gerekse de toplu direnişlerdeki kadın faktörünün önemli bir yer edinmesi, rastlantısal bir olgu biçiminde görülemez. Çeşitli platformlar üzerinden yürütülen faaliyetler, belli günlere sıkıştırılamayacak kadar sürekli bir zeminde geliştirilmekte, erkek egemen sistemin çeşitli saldırıları karşısında önemli bir itiraz ve barikat noktası oluşturmaktadır.