İKTİSADİ KRİZDEN GENEL KRİZE İSYANLARDAN DEVRİMLERE!

Dış Politikada Taşeron Cumhuriyet (TC)

Yarı-sömürge ülke gerçekliği, içeride belli oranda “bağımsız” tasarrufları (yine de icazet çerçevesinde) içerse de aynı durum dış politika alanında çok daha az geçerlidir. TC hükümetlerinin tümü emperyalist çıkarları kapsamındaki politikalara tam bağımlı ve bütünüyle endeksli biçimde hareket etmekte kusursuz davranmışlardır. Osmanlı’dan aldığı bu geleneğin “yeni” devlet bünyesindeki biçimini daha işgal koşullarında belirleyen Mustafa Kemal, itaati/adapte olmayı “yurtta barış, dünyada barış” sloganıyla kamufle etmeye çalışmış, önce Milletler Cemiyeti sonra da bu alanda özel olarak uzman olan İnönü’nün idaresinde Birleşmiş Milletler’le kurulan ilişkilerde uşaklığı pespaye biçimde sürdürmüşlerdi.

ABD’nin etkinlik sağladığı süreçte NATO’nun da kurulmasıyla şahlanan ve kraldan çok kralcı bir pozisyon alan bu uşaklığın Kore’den başlayarak üstlendiği rol ve jandarmalık bugüne kadar sürdürülmüştür. ABD’nin her kelamını emir telakki eden Türk devletinin AKP ile girdiği süreç, emperyalist projelerin özel olarak şekillendirmesi sayesindedir ki, son 10 yılın öyküsü tarihte müstesna bir yer edinmeye hak kazanmış durumdadır.

Bu dönemde “model olma” antetli bir pelerine sarılan egemenler, kimilerinin büyük bir yanılgıyla “neo-Osmanlıcılık” diye nitelediği bir arsızlık ve kendini bilmezlikle, efendilerini bile şaşırtacak derecede yoğun konsantrasyon içerisine girmişlerdir. BM’ye ayar vermeye çalışan, AB ülkelerine esip gürleyen, büyük patronun has adamı İsrail’e bile posta koymaya çalışan hadsizlik, ciddiye alınmadığından, ciddiye alınması mümkün de olmadığından, vodvilden öteye gitmemektedir: “Bu marjinal bir dildir. Bu sözlerin, kime edildiği kadar nasıl edildiği de önemli. Bu yüzden kimse görmüyor.” (İngiliz Düşünce Kuruluşu Chatham House’un Sözcüsü 21.11.12)

TC devletinin “yüksek” itibarı kendinden menkuldür. Henüz göstermelik de olsa bir düzeni bile oluşturamamış virane durumdaki Irak tarafından bakanlarının uçağına iniş izni verilmeyen bir Türk devleti vardır. Libya’ya askeri müdahalede öne çıkmaya çalışma gafletinde bulunmuş, Suriye’ye girmek için çırpınıp durmuş TC’nin, aldırış bile edilmeyen kendi kendine gelin güvey olma hesapları, sürekli boşa çıkmaktadır.

Durum bu merkezdeyken, AB’den eskisi kadar yüz bulamama durumu, bir başka deyişle oyalama masalındaki aksamalar “Bizi Müslüman olduğumuz için almıyorlar. Biz aslında AB’yi unutmadık, onlar bizi unutmak istiyor.” (Tayyip Erdoğan, 25.01.13) tarzında artık klasikleşmiş söylemlere neden olmaktadır. Ancak bundan da ucuz olanı, Putin’e söylediğini iddia ettiği,“Bizi Şanghay Beşlisine alın AB’yi unutalım.” sözleridir. ABD ve AB ile köklü/yapısal bir bağımlılık içerisinde bulunan Türk devletinin, genel olarak içe dönük ama kimi kez de efendilerine serzeniş biçimi olarak, “Rusya”ya yanaşma” kurlarından çift yönlü yarar umulmaktadır.

Konu özellikle de ABD olduğunda, son derece komik bir görüntü ortaya çıkmaktadır. Zira pespaye uşaklık durumunu örtmenin tek yöntemi her fırsatta aksi yönde görüntü vermeye çalışmaktır. Bu yöntemin kimi kez de serzeniş içerebileceği unutulmamalıdır. Nitekim Suriye’ye müdahale ile ilgili vize başvurusu kabul edilmeyen, Irak’taki Kürt yönetimiyle ilişki geliştirmesi istenmeyen, ABD ziyareti için aylardır bekletilen AKP yönetiminin, Büyükelçi Ricciardone’nin uzun tutuklulukla ilgili Tayyip’i tekrar eden “eleştirisi”, “Türkiye kimsenin şamar oğlanı değildir.” (09.02.13) sözleriyle yanıtlanmıştır. Obama’nın bu duruma getirdiği açıklık ise, “Erdoğan iyi bir dost ve harika bir partner.” (10.02.13) şeklindedir.

19-20 Kasım 2010’da Lizbon’daki NATO zirvesinde Türkiye ana karargâhlardan birisi olarak belirlenmişti. Bu karara paralel Kürecik’te radar üssü kuruldu ve nihayet patriotlar da yerleştirildi. Türkiye’nin Tayyip tarafından “NATO toprakları” şeklinde nitelendirilmesi de boşuna değildi. NATO’nun genişleme ve alan dışı müdahale stratejisinde Türkiye’nin konumlandırılması daha da önemli hale geldi. Rampa olmaktan gayri hiçbir fonksiyonu bulunmayan füze donanımlarında, bir süre kumandanın kendisinde bulunduğu, düğmeye basma yetkisine sahip olduğu yalanları savrulmuş, kısa süre içerisinde azar açıklamalarıyla karşılaşmıştı…

“Komşularla sıfır sorun” adlı politika, tıpkı M. Kemal’in “yurtta ve dünyada barış” sloganı gibi, aksi yöndeki hesapların gizlenmesine yöneliktir. Nitekim “sıfır sorun”un pratikteki karşılığı “çok sorun” olmuş, özellikle de bütün bölge devletleriyle içişlerine müdahaleyi de içeren pratiklerle dolu sıkıntılar yaşanmaya başlanmıştır. Kadim dostu olarak bilinen İran’a karşı NATO üsleri kurulmasına izin vermiş, Irak’la hem Kürt sorunu hem de Şii-Sünni kavgasına müdahil (Tarık Haşimi’ye hamilik olayı) olmaktan kaynaklı düşmanlaşmış, Suriye’deki savaşın açık biçimde tarafı olmuştur.

İran’la ilgili sorun her şeyden önce ABD emperyalizminin özel yönelimiyle ilgilidir ve İran genelkurmay başkanının açıklamaları ve Ahmedinejad’ın son ziyaretini iptal etmesi, durumu daha da gerginleştirmiştir. Irak’taki süreç ise karşılıklı hamleler ile ilerlemektedir. TC’nin Bölgesel Kürt Yönetimi ile ilişkisi tarihinin en iyi dönemini yaşamaktadır. Barzani Yönetimi Aralık 2012’de Suriye Kürdistanı ile sınır kapılarını kapatmış, ticaret yollarını tıkamış ve ambargo uygulamaya başlamıştır.

Bu yönetim ile ABD’nin sert biçimde uyardığı ve Irak’ın kaçakçılık olarak nitelediği petrol anlaşmaları yapmıştır. Bu bölgede 45 milyar varil petrol ve 3.5 milyar trilyon metreküp doğalgaz olduğu tahmin edilmektedir. Ancak bundan çok daha önemli olan husus Kürt sorunu açısından bölgenin taşıdığı kritik önemdir. Irak 2012 sonlarında Rusya’dan 5 milyar dolarlık silah almış ve bunu Türkiye’yi caydırmak için yaptığını söylemiştir.

ABD’nin Ortadoğu valisi gibi hareket etmeye çalışarak İsrail’le rekabet girmiş ama doğal olarak kaybeden olmuştur. Aynı durum, Filistin gibi bir sorunda arabuluculuk üzerinden başrol üstlenmeye çalışırken de başına gelmiş ve bu kez de Mursi’nin gölgesinde kalmıştır. Dış politikadaki yatırım, tercih ve atraksiyonların içe dönük hesaplarla dolaysız bir ilgisi olduğu bilinmektedir. Türk devletinin bölgedeki politikalarının eksenine mezhepsel bir rengin damga vurmasını da bu kapsamda değerlendirmek gerekir. Bu konuyu test etmek isteyenlerin ülke seçimlerine bakmaları yeterli olacaktır.

Ancak “bölge liderliği” masalının yanı sıra Ortadoğu’yla ve özellikle de komşu devletlerle yakın ilginin merkezinde Kürt sorunu bulunmaktadır. TC’nin özellikle son çeyrek asrına damgasını vuran ve bütün dengeleri sarsan Kürt sorunu hayati bir noktaya taşınmış bulunmaktadır. Sorunun aynı zamanda bölge sorunu olması ve diğer ülkelerde de yeni evrelere ulaşması, dahası Türkiye’deki Ulusal Hareketin bu alanda hem üslenmesi hem de etkili olması karşısında Türk devletinin bölge politikası çok daha hassas bir hal almıştır: “Özellikle Suriye’deki, Irak’taki, İran’daki hareketlilikleri de hesaba kattığımızda Türkiye bu işi çok fazla da uzatamaz.” (Cemil Çiçek, 19.02.13)

Rol modellik ve bölge liderliği konusunda yerlerde sürünmenin zirvesi Suriye olmuştur. “Sınırdan gireriz 3 saat sonra Şam’da oluruz.” diyen Tayyip’in hevesi bir kez daha kursağında kalmış, ABD’nin askeri müdahalesiz “çözüm” planı değişmemiştir: “Şu anda durumu daha fazla askerleştirmenin çıkar yol olduğunu düşünmüyoruz, Türkiye’nin militarist yaklaşımlarına karşıyız.” (ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Patrick Ventrall, Ağustos 2012) Bunun sonucu, Suriye’deki muhalif güçlerin karargâhı Türkiye’den ABD’nin yeni parlayan yıldızı Katar’a taşınmıştır. Ancak yine de 4 Ekim 2012’de meclisten savaş teskeresi çıkarılmış ve sefer görev emri beklenir olmuştur.

Suriye’deki savaşın emperyalistlerin istediği biçimde sonuçlanması konusunda Esad’a kısa ömür biçenler yanılmış durumdadır. Sabır telakki eden ve “içeriden” halledilmesini tercih eden ABD’nin nereye kadar bekleyeceği de tartışmalıdır. Bu nedenle sabırsızlık gösteren TC’nin muradına erme ihtimali de bütünüyle dışlanmamalı, Patriotların konuşlandırılmış olması sıradan bir hamle olarak görülmemelidir.

Nitekim yine efendisine serzeniş içeren mesajıyla Tayyip yeniden “gereğini yapmak”tan söz etmektedir: “Binlerce onbinlerce kilometre öteden gelip Irak’a girenler bu dünyada haklı oluyorsa biz 910 kilometrelik sınırımız olan ülkeyle ilgili eli bağlı tribünde seyirci olamayız. Gereği neyse bunu yapmamız lazım ve yaparız.” (20.01.13)

TC’nin korktuğu başına gelmek üzeredir. Zira SMDK (Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu) her türlü desteğe rağmen istenen gelişmeyi sağlayamamıştır. Nitekim, bir takım şartlara bağlanmış olsa da Esad’la görüşme kararı alınmış (01.02.13), Kahire’de 7 Şubatta yapılan İslam İşbirliği Teşkilatı liderler toplantısında, A. Gül’ün Esad’ın “görevi bırakması”na yönelik sözlerini dikkate alan olmamıştır, TC’nin büyük beklentisinin aksine “Esad’a git” denilmemiş, “ciddi diyalog” çağrısı çıkmıştır. Diyalogu kabul etmeyen Nusra Cephesi ve TC’nin hoşnutsuzluğu dikkate alındığında, 11 Şubat’ta Cilvegözü’nde meydana gelen bombalama eylemi karanlıkta kalmamaktadır.

Ama burada ihmal edilmemesi gereken nokta, Türk devletinin, her türlü lojistik destek ve yataklık açısından elinden geleni yaptığı ve yapmakta olduğu gerçeğidir. Nitekim iş, “insani yardımları denetleme” adı altında politik sürece resmi düzeyde bir müdahillik içeren ve “iç sorun” vurgusuna atfen vali tayinine (Faysal Yılmaz) vardırılmıştır. Bu “içten” ilginin en önemli sebebini de yukarıda değindiğimiz gibi Kürt sorunu oluşturmaktadır. Nitekim PKK’nin kardeş partisi olan PYD’nin Suriye Kürdistanı’ndaki ağırlığı ve buna paralel Suriye’deki iç savaş sürecinde “özerklik” hamlesine önderlik etmesi, korkunun boşuna olmadığını ispat etmiş bulunmaktadır.

Bundan ötürüdür ki faşist Türk devletinin finansörleri arasında bulunduğu SMDK/ÖSO güçlerinin hedefinde yalnız Esad rejimi değil PYD de vardır ve bu güçler arasındaki çatışma Serekaniye (Resulayn) merkezli olarak 20 Ocak’ta yeniden alevlenmiştir. Çatışmada PYD’ye karşı esas olarak Nusra Cephesi, El Kaide ve Selefilerin yer alması, bazı çevrelerin iddia ettiğinin aksine, ÖSO’dan bağımsız değil onunla bağlantılı bir durumun göstergesi olarak görülmelidir. Bu konuya Kürt sorunuyla ilgili bahiste de değinilmiştir.

Dış politika alanındaki taşeronluğun pratik karşılığı, “en değerli ihraç malı” sözüyle Soros’un kulaklarını çınlatmaktadır. Ülke tam tekmil savaş üssüne dönmüş, ciddi boyutlarda silah yığınağı yapılmıştır. Patriotlar, olayın görünen sansasyonel boyutunu oluşturmaktadır. Oysa gerek denizden gerekse de havadan aktarılan askeri malzeme olağan dışı boyutlardadır. İşin nereye varabileceğine dair sonuç çıkartmakta zorlananlar, geçen aylarda gelen 161 bin adet biyolojik, radyolojik ve kimyasal korumalı asker üniformasına bakmalıdır.

Obama’nın son “Birliğin Durumu” konuşmasında işgal ve müdahaleler için artık daha fazla başka devletleri kullanacaklarına dair sözleri boşuna sarf edilmemiştir. Nitekim son aylarda diğer devletlerin daha çok ön aldığı da gerçektir. Sıra bulunduğumuz bölgeye geldiğinde, İsrail ve Türk devletine çok iş düşeceği günler gelmiş ya da yakınlaşmış gibi görünmektedir. BOP parantezine alınmaya çalışılan bölge, savaş ve işgaller sürerken, “hesapta olmayan” Arap isyanlarının da etkisiyle daha zorlu bir eşiğe yuvarlanmıştır.

TC’nin efendileri kartların yeniden karılıp, pastanın yeniden paylaşılacağı süreçten azami karla çıkma planları yapmakta, talihin göz kırptığı kaderlerine sevinmektedir. Bu kadar hevesli olmaları, Kürt sorunuyla ilgili “yüksek” hesaplardan başlayarak, bölgeye yayılma sağlayacak bir olanaklar deniziyle ilgilidir. AB ve ŞİÖ varyeteleri de kan ve petrol kokusunun baş döndürücü etkisiyle yapılmakta, böylelikle kendine gaz verme ihtiyacı da karşılanmaktadır.

Çok uzun yıllar içinden çıkılamayacak bir sıcak savaş atmosferine doğru pupa yelken gidilmektedir.

Onlar için hava gerçekten de hoştur. Bütün bedeli canıyla, kanıyla, emeğiyle ödeyecek olan Türkiye ve bölge halkları olacaktır. Bütün gerici ve haksız savaşlarda olduğu üzere, savaşa karar veren ve yönetenler, yani egemenler bir bilgisayar oyunu oynayan kadar “risk” altında olacaklardır. Kaldı ki gerici savaşlar içerdeki sürecin de en iyi dostu olarak işlevli kılınmaktadır. Buna ihtiyaçları bulunduğuna dair tespitimiz de nesnel gerçekliğin ürünüdür.

Yollarının sandıkları kadar düz, pabucun da düşündükleri kadar ucuz olmadığının gösterilmesi gereken bir döneme girilmiştir. Çeşitli platformlar üzerinden örgütlenen ve ağırlıklı olarak bölgede (füze kalkanı ve patriotların yerleştirildiği şehirler ve Suriye sınırındaki iller) faaliyet yürüten inisiyatifler, belli bir dönemdir hareket halindedir. Malatya’dan Maraş’a, Antep’ten Adana ve Hatay’a çeşitli eylemler örgütlenmektedir.

Ancak haksız savaş karşıtı bir zeminde kurulan anti-emperyalist mücadele hattının çok daha güçlü bir direniş olgusu yaratması gerekir. Aksi takdirde bu savaş rüzgârının önüne geçmek imkânsızdır. TC devleti fiilen içinde bulunduğu Suriye’deki savaşta, konumunu resmi hale dönüştürme, dahası komuta merkezine geçme derdindedir. İlk teşhir edilmesi gereken nokta şu anda Suriye’deki savaşla kurmuş olduğu ilişki olmalı, daha büyük bir planın gereği olarak yapılan hazırlıklar ve konuşlandırmalarla ilgili mücadele bununla bütünleştirilmelidir.